Futbolla aşinalığımız, babamın bizi Bursaspor'un maçlarına götürmesiyle başladı.
Yaşımız ilerledikçe de futbolun tüm unsurlarının içine daldık.
Bursa'daki tüm karşılaşmalarda eski kale arkasındaki yerimizdeydik.
Daha sonrasında, açık tribünlerin sosyetesi, kapalıya terfi ettik.
Kulübün başkanlığını o dönemde de genellikle sanayiciler yapıyordu.
Birçok yıldızı izledik bu takımda.
Kimi yalnızca yeteneklerini konuşturan, kimi havalı, kimi kavgacı, kimi ara sıra kaytaran, kimi yalnızca seyirciye oynayan.
Son yıllarımıza, Pablo Martin Batalla'nın damga vurduğu kesin.
Ama bizim efsanemiz, güler yüzlü, güzel gözlü adam Mesut Şen'di.
Onu uzun süre izleyebilmenin tadını çıkaranlardanım.
Bizde kredisi sonsuzdu.
Güneşten bunalmaması için, onu kapalı tribünün gölgesine az mı davet ettik!
Büyük Kaptan eşsiz yeteneklerinin karşılığını ne yazık ki alamadı.
Sırtı sıvazlandı, "Sen bizim çocuğumuzsun seninle para mı konuşacağız?" dendi.
Eline tutuşturulanlarla idare etti.
Özellikle Bursa kökenli diğer oyuncuların durumu da ondan farklı olmadı.
Neredeyse tümü, oyunculuk dönemlerinden sonraki yaşamlarını güç koşullar içinde geçirmek zorunda kaldılar.
1990 yılında Jean Marc Bosman diye bir Belçikalı futbolcu Avrupa Adalet Divanı'a başvurdu.
Divan 1995 yılında aldığı kararla; futbolcuların sözleşme süreleri sonunda, bonservis bedeli ödemeden serbest kalmalarına karar verdi.
Bosman Kuralları olarak geçen bu yasa; aslında endüstriyel futbolun kapılarını sonuna kadar açtı.
Artık futbolcuların kral olduğu bir dönem başlamıştı.
Yıldız futbolcular çok büyük transfer bedelleriyle kulüp değiştirmeye başladılar.
Çoğu, aldıkları bu bedellerin karşılığını bile veremedi.
Ama yoğun rekabet ve daha yüksek gelir hırsı, kulüplerin çoğunu güç duruma düşürürken, iyi yönetilenlerin bir bölümünü de zirveye çıkardı.
Bosman yasalarının, gerek futbolcular gerekse kulüpler arasında 25 yılı aşkın bir süredir adil bir sistem sağlayamadığı ortada.
Özellikle, yetiştirici bir takım olma kimliği taşıyan Bursaspor açısından.
Takımın uzunca bir süredir iyi yönetilemediği kesin.
Ancak ne UEFA'nın ne de TFF'nin bu kimliğe değer vermemeleri de ilginç değil mi?
Her konuda olduğu gibi futbolu da sistemle değil, duygusallıkla yaşayan bir kitleyiz. Bu bizim kimliğimizin en belirgin özelliği. Futbolcuların tüm hareketlerini yakından izleriz. Sosyal Medya aracılığıyla onlarla her an birlikteyizdir. Hayal kırıklıklarını da dibine kadar yaşarız.
Avrupa'daki temsilcimiz Enes Ünal, gençlerimize örnek olması gereken en büyük sembolümüzdür bizim. Öyle düşünür ve onun gibi davranmalarını bekleriz onlardan.
Sözleşmesi bittiği halde yenilemeyen Ali Akman'ın bir de Eintracht Frankfurt'a imza atması, onunla ilgili tüm hayallerimizin kaybolmasına yol açmıştır kuşkusuz.
Üstelik böylesine zorlu bir dönemden geçerken.
Enes'in farkı buradaydı işte!
O kendisini çok iyi yetiştirmişti ve hala da devam ediyor.
Ali, ne yazık ki daha yolun başında tökezledi.
Oysa duvarda Enes Abisinin yazısı, yanında da Emirhan Abisi vardı.
Kendisine de bize de haksızlık etti!