Çocukluk dönemlerimizin ramazanları, kışın son aylarına denk gelmişti.
Özenirdik ama sıcak yatağı bırakıp sahura kalkmak zor gelirdi.
Bazen mutfaktan gelen yemeğin kokusu etkili olur, yarım günlük oruca niyetlenirdik!
Hatırladığım en keyifli ayrıntılardan biri; babamın açtığı radyodan yayılan, Karagöz-Hacivat atışmaları ve aralardaki oyun havalarıydı.
Ne kadar dirensek de, öğleye doğru açlık iyice başımıza vururdu.
Bu durumda en etkili ve işimize gelen karar verici babaannemdi!
Yaşamının son yıllarında gözleri artık görmeyen babaannem, oturduğu köşesinde bir yandan tesbihini çeker, diğer yandan sessizce dualar mırıldanırken yanına gider ve derdimizi anlatırdık.
"Çocuklar siz şimdi karnınızı doyurun, sonra tekrar niyetlenin, ben sizin orucunuzu dikerim Allah da kabul eder..." derdi.
Bazı akşamlar mahalledeki diğer çocuklarla toplanır ve teravih namazına giderdik.
Camide en arka sıraya yerleşir, birimizin başlattığı kıkırdama tüm çocuklara yayılır ve sonunda cemaat tarafından dışarıya atılırdık.
Ertesi gün, akşam yaşadıklarımızı da diğer çocuklara ballandıra ballandıra anlatırdık.
Yaz tatillerinde de Üftade Camisi'nde kuran kursuna giderdik.
Kurslarda, hafızlık eğitimi gören Abiler bize Kuran okumayı ve duaları öğretirlerdi.
Ortam son derece keyifliydi.
Ders içinde ve aralarda sürekli şakalaşırdık.
12 yaşındaydım sanırım.
Yaz tatiliydi. Oldukça sıcak bir havaydı ve sokakta kimseler yoktu.
Evde canım sıkkın bir şekilde pinekliyordum.
Uyuklamak üzereyken ezan seslerini duydum.
Hemen kalktım, abdest aldım ve camiye gittim.
Camide benim dışımda 4 kişi vardı.
İlk deneyim olumluydu.
Zaten duaların büyük bir bölümünü biliyordum.
Vakitlerin hiçbirini kaçırmıyordum. Giderek eksikleri de kapattım.
Yalnız bizim cemaat giderek eksiliyordu.
Camide yalnızca 3 kişi kalmıştık.
İmam, müezzinliğimizi yapan Muhtar Hüseyin Abi ve ben.
O dönemlerde ezan hoparlörle okunmuyordu.
Ne de güzeldi!
Minarenin içinden kıvrımlı merdivenle şerefe denilen bölüme çıkılıyor, burada tam bir tur atılarak ezan okunuyordu.
Şimdiki gibi mikrofonla çıkarılan canhıraş seslerle, hastalar ve çocuklar yataklarından fırlatılmıyordu.
Derken birgün, yukarı inip çıkmaktan yorulan Hüseyin Abi, "artık ezanı sen okuyacaksın" dedi.
Çok şaşırmıştım!
Keyifle yukarıya çıkarken bir yandan da sesime akort vermeye çalışıyordum.
Şerefede keyfim daha da arttı.
O zamanların en yüksek yerlerinden birindeydim.
Her yere tepeden bakıyordum.
En yüksek perdeden ezanı okurken bir yandan da herkesin beni izlediğini düşünüyordum.
Kısa dönem müezzinlik, okullar başlayana kadar sürdü.
Eşsiz bir deneyimdi!
70'li yıllarda küçük mahallemizde yaşadıklarımızdan bir bölümü aktardım size.
Oruç tutmak, camiye gitmek, namaz kılmak, Kuran kursu yaşamın olağan akışı içindeydi.
Kimse bunlara çok özel anlamlar yüklemez, farklı yaşam tarzı içindekilere de saygısızlık etmezdi.
Tasada ve kıvançta hep birdik.
Doğumlarda, düğünlerde, bayramlarda birlikte güler eğlenir, cenazelerde, felaketlerde birlikte üzülürdük.
Din; sosyal ve siyasal yaşamın belirgin bir yönlendiricisi ya da referansı olmadı.
Amacından saptırılarak, suistimal edilmedi.
Aslında işin esası;
Bu ülkeye Müslümanlık, 2000'li yıllarda gelmedi.