Yaklaşık bir yıldır bütün dünyayı kasıp kavuran ve can alan PANDEMİ, ülkemiz topraklarına girdiği andan itibaren klasik Türk kimliğine bürünüverdi.
Önce, Çin'in dünyayı tehdit etmek için Wuhan şehrinde "yarasa çorbası pişirip yedikten sonra" peydahladığı CORONAVİRÜS ile savaşa başladığını masalı anlatıldı.
Ardından Çin'in yapay olarak ürettiği COVİD 19 ile dünya ekonomisini çökertmeye çalıştığı iddiaları gerçekmiş gibi söylendi.
Oysa Çin'in üretimi ile bütün dünyaya hitap ettiğini, hazine kasasının tepeleme dolar ve altın dolu olduğunu, gücünü ihracattan aldığını ve PANDEMİ'den ekonomisi en çok zarar görecek ülkelerin başında geldiğini bilmeyen cahil sürüsü kendi inandıkları yalanları servis ettiler.
Bizde her durumdan faydalanıp; "inananları" sömürenler anında COVİD 19 önleyici(!) muska üretimi yapıp 29.90 liraya satarak halkı dolandırdılar.
Biz muska alanlara cahil derken, andavallı birkaç iş adamı personelini COVİD-19'dan korumak (!) için CORONASAVAR diye içine 5 liralık yüzme havuzu toz kimyasalı konan ve 150 liraya satılan binlerce yeni nesil muska aldılar.
İlk günler televizyonlarda maske gerekli mi gereksiz mi tartışmaları ile geçerken, eve girdiğimizde üstümüzü çıkararak direkt banyoya daldık!
Belediyeler sokakları ilaçlı sularla temizlerken, halk poşetleri bile yıkayarak eve sokmaya başladı.
Maske takma zorunluluğu bir anda 10 kuruşluk kağıt cerrahi maskelerin fiyatını 3 liraya çıkardı.
Bunu fırsat bilenler, merdiven altı üretimi ile hiçbir işe yaramayan aksine mikrop yuvası maskeleri satmaya başladı.
Vaka ve ölüm sayıları arttıkça özellikle halkımın üzerine bir rehavet çöktü ki; sormayın gitsin...
COVİD 19 partileri, coşkulu plaj eğlenceleri, kına geceleri, düğünler, asker uğurlamaları, kumar organizasyonları gırla gitmeye başladı.
Ve maske yüze değil kola takılmaya başlandı.
İşte o andan itibaren COVİD - 19'a siyasi parti muamelesi yapılmaya başlandı.
Uzmanlar ekranlardan çekildi ve kendi fikri olmayan ne kadar düdük varsa ekranlarda boy göstermeye başladı.
Ölümleri haberlerde dinleyerek değil yakınlarımızdan duyarak öğrendikçe bir korku tünelinde olduğumuzun farkına vardık ama çare aramak çözüm bulmak yerine herkes önüne gelene vurmaya başladı.
Dünya aşı için çalışırken, biz birbirimizle uğraşmaya başladık.
Alman Pfizer Biontech'te çalışan iki Türk kurucu ortağın aşı üzerinde son aşamaya gelmelerinden gurur duyduk ama belki de bizim aşıyı bulacağımız Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü'nü kapatmanın utancını hissetmedik.
Ardından Çin, ABD, İngiltere, Rusya aşı çalışmalarında mesafe aldıkça, Türk Milleti aşı olacaklar ve aşıyı reddedenler olarak karpuz gibi ortadan ikiye bölündü.
Biz temini, sevkiyatı ve korunması açısından en uygunu olan geleneksel yöntemler ile üretilmiş Çin aşısı SİNOVAC'ı seçtik ve ikinci faz uygulama sonuçlarını almak için gönüllü deneklere iki aşamalı aşı yapıldı.
Yakından tanıdığım, tehlikenin farkında olan, bilime ve aşıya inanan insanlar denek olarak sürece katkı verirken, bir kesimin inatla aşı olmam naralarından ortalık çınlıyordu.
PANDEMİ ile mücadelede en kesin çözümün aşı olduğuna en bağnaz kesim bile inandıktan sonra bu kez hangi aşı olmalı üzerinde tartışmalar başladı.
Avrupalı ilaç lobilerinin de teşviki ile Çin aşısına karşı kampanya başlatıldı.
Evinin elektrik sigortası atsa tamirden aciz kullar, elindeki Çin üretimi son model akıllı telefonlardan Çin aşısını küçümseyici mesajlar atmaya ve görseller paylaşmaya başladılar.
Bu arada sağlık, özellikle enfeksiyon hastalıkları ve mikrobiyoloji konusunda uzmanlaşmış fikir önderleri "Aşı olarak ne bulursanız vurunun" diyerek konuya noktayı koydular.
Bugün itibariyle önce sağlık çalışanları ve ardından riskli gruplar olmak üzere aşı süreci başladı.
Kendi fikri olmadan, servis edilen yalan yanlış fikirleri tek doğru diye konuşan ve yazan kalem fahişeleri dışında herkesin kabul ettiği, geçmişten ders alan ve bilimsel gerçeklerden ayrılmayanlara;
"Haydi Aşıya" diyorum.