Geçen akşam Büyükada’da keyifli bir akşam geçirdik.

Aile dostumuz, çok değerli büyüğümüz avukat, ressam, yazar Nilgün Ulugkay Aktürk ve çok değerli eşi emekli savcı Hasan ağabeyimizin misafiriydik.

Çeyrek asırdır Ada’da yaşıyorlar.

Ada’nın fahri hukuk danışmanı olmalarının yanında, komşularının, dostlarının aile büyükleri gibi gördükleri, sevdikleri, saydıkları, çok değerli insanlar.

Son vapura yetişmek için vedalaşıp evden çıkınca, Nilgün teyzemiz bizi yolcu etmek için kapıya kadar indi.

Sonra komşusunun yanan ışığını gördü, seslendi.

Komşular Şabat yemeği yiyordu ve Nilgün Teyze o akşam, resim hocası değerli sanatçı Jozef Habib Gerez’i  anmak için, Yahudi usulü aşure yapmış, bizlere ikram etmişti…

Derken…

O aşure bizlerden sonra komşuların Şabat masasında da yerini aldı.

Komşuluk, samimiyet, paylaşım…

Ada’nın azalan ama kaybolmayan ruhu!

Yıllar yıllar önce Büyükada’da, aile dostları olan Şevket ve Yorgo aynı zamanda çocukluk arkadaşıydılar.

Çocukları da birlikte büyümüştü. 

Sofraları birdi.

Akşamları aynı vapurla eve döner, sabahları aynı vapurla işe giderlerdi.

Eşleri birlikte iskeleye gelip, karşılardı onları.

Şeker Bayramlarında, Kurban Bayramlarında bayram sofralarına birlikte oturuyorlar, Yorgo’nun isim gününde, Paskalya’da birlikte hazırlık yapıyorlar, Aya Yorgi’ye birlikte çıkıyorlardı.

İki ailenin çocukları Lale ve Mordo birbirine aşık, iki sevgiliydi. 

Evlilik hazırlığındaydılar.

Lale, akademisyen, 

Mordo hukukçuydu. 

1955 yılıydı.

Ülkede ortam gergindi.

Ve bir gün o gerginlik, bir faciaya dönüverdi.

Gazeteci Ünsal Ünlü, o günleri “Hödüklüğümüzün başladığı günler…” diye ifade eder.

Gazetelerde bir haber çıktı;  “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” diye.

Gazeteler o gün, bu manşetle ikinci baskı yaptı. 

Ve kabus başladı.

Bir anda, taşlar, sopalar konuşmaya başladı.

Ve sonra bu ülke renklerini bir bir kaybetti…

Lale, Mordo’sunu kaybetti…

Hayata küstü.

Beyoğlu’nda taş üstünde taş kalmadı…

İnsanlar öldü…

Yaralandı…

Yağmalandı…

Kadınlar tecavüze uğradı…

İbadet yerleri yakıldı, yıkıldı…

Büyükada’ya kadar sıçradı bu talan…

Kuzguncuk mesela…

Üç dinin bir arada kardeşçe yaşadığı Kuzguncuk’a bile yansıdı bu karanlık, bu zorba, bu vahşet…

Komşularını korumaya çalışan Türkler, onları evlerine alıp Türk bayrağı astıkları evlerinde dostlarına siper olmaya çalıştılar…

Sonrasında da hızla gittiler, bu ülkede kardeşçe yaşadığımız Rumlar, Yahudiler, Ermeniler…

Şenlik bitti ülkede…

Sonrası bir karanlıktır ki gidiyor.

Bu ülke 6/7 Eylül’de renklerini kaybetti.

Bir düzenek gazete manşetinin son kıvılcımı yaktığı oyunda, olan sadece bize oldu. 

Olan gidenlere oldu,

Kalanlara oldu…

Olan hepimize oldu!

Koskoca bir ülkenin renklerini soldurdular…

Unutmamak, unutturmamak boynumuzun borcudur.

Ders kitaplarında yerini almalı, okullarda anlatılmalı 6/7 Eylül.

Unutursak, kalbimiz kurusun!

TATAVLA’DA SON DANS!

Geçen aylarda çok etkileyici bir oyun izledik: Tatavla’da Son Dans!

Sumru Yavrucuk ve Deniz Çakır’ın eşsiz oyunculuklarıyla, Eleni ve Gül’ün yani iki Rum kadının, 6/7 Eylül olayları sonrasında, gitmekle kalmak arasına sıkışıp kalmışlığını anlatan, yürek dağlayan bir gerçek!

Tatavla yani şimdinin Kurtuluş’u…

Bir zamanlar günaydınların, merhabaların, iyi akşamların üç dilde ((Rumca, Ermenice, Ladino) söylendiği, farklılıklarıyla çooookk zengin bir semt, Tatavla…

6/7 Eylül’den nasibini fazlasıyla alan, şimdinin hüzün semti…

6/7 Eylül’den pek bahsedilmez… Netflix’te izlediğimiz Kulüp dizisiyle bana kalırsa ciddi anlamda dile getirildi.

Yaşanan acıları anlatmaya ne kitaplar, ne filmler, ne diziler yetmez ancak unutulmaması adına, ülke gerçeklerinin bilinmesi, anlatılması adına belki de en etkili yol.

Sahnede izlemek de bizi derinden etkiledi.

Bugün 6 Eylül,

68 yıl geçti bu utancın üzerinden.

Ben, yaşamadığı zamanları özleyen bir genç olarak, 6/7 Eylül öncesi Türkiye’yi yaşamayı çok isterdim…

Bizlerden bunu çalanları affetmiyorum.

O iki kara günün kayıtlara geçen, gün yüzüne çıkartılan kadarıyla tahribatı şöyle biliniyor; 

4.214 ev, 

1.004 işyeri, 

73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 

26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır.

Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür.

Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayriresmî rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır.

Resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir…

Anlatılamayanlara, bilinmeyen, unutulan acılara boynumuz bükük…

Unutursak, kalbimiz kurusun!