Dün lifebursa'da Sevgili Osman Gürçay'ın; ''Sokağa çıkma'' uyarısına maganda dayağı başlıklı bir haberi vardı.

Lüks bir sitenin güvenlik görevlisi, talimat gereği çocukların sokağa çıkmalarına izin vermeyince, bir site sakininin saldırısına uğramış ve ciddi bir şekilde darp edilmişti.

Haber beni 8 yıl öncesine götürdü.

Balat'ta yapılaşmanın henüz yeni başladığı dönemlerdi.

Kışa girerken, 5 katlı bloklardan oluşan bir siteye taşınmıştık.

Binaların yapımı yeni bitmişti ve dairelerin çoğu boştu.

İlk anlardaki izlenimimiz genel olarak olumluydu.

Sakin, sessiz bir yerdi. Binalar rahat, konforlu ve güzel ısınıyordu.

Otopark sorunu yoktu.

Balat'a ve Siteye giriş çıkışlarda yoğunluk yaşanmıyordu.

Bölgenin bu hali uzun sürmedi.

Boş arsaların tümünde yapılaşma başladı.

Üstelik kat sayıları da giderek artıyordu.

Özellikle yaz aylarının gelişiyle ''Havuzlu Site'' kavramının ne anlama geldiğini de yaşayarak öğrendik.

Bloklar geometrik anlamda bir daire şeklinde konumlandırılmış, ortaya ebeveynler ve çocuklar için birer havuz ve sosyal tesis yapılmış.

Bu fiziksel yerleşim sonucu ortam adeta bir amfi tiyatro işlevi kazanmış.

Kışın gözümüze pek hoş gelen görüntülerin ardındaki acı gerçekler, bahar ve yaz aylarıyla birlikte ortaya çıktı!

Burası; yaşamınızı sıradan bir şekilde sürdürebileceğiniz yerleşim yerinden ziyade, bir '' Çocuk Krallığı' ydı!

Sabah uykudan uyanmamızı sağlayan gürültü, gece bu kez erken uyumamızı engelleyecek şekilde tekrarlanıyordu.

Örneğin; Çocuk, havuzun içinden sürekli annesine sesleniyor ama hiçbir yerden karşılık gelmiyordu ve bu rutin sürekli tekrarlanıyordu.

Akşam belirli bir saatten sonra havuza girmeme ve sosyal tesiste oturmama kuralını kimse sallamıyordu.

Çocuklar gece 02.00'lere kadar deliler gibi bağırıp çağırıyorlardı.

Onlar ortalıktan çekildikten sonra da sıra büyüklerine geliyordu.

Gecenin bir yarısı balkonundan; yaşadığı her boku anlatan langaroz, amfi tiyatro özelliği gereği onu dinlemek ve çekmek zorunda olmadığımızı farketmiyordu.

Oturanların çoğunluğunu, burnundan kıl aldırmayanların oluşturduğunu öğrendik zamanla!

Günaydın, iyi akşamlar, merhabalar gibi kelimeleri kullanmıyorlar, arabalarını gelişigüzel parkediyorlar, çöplerini kapı önlerine bırakmakta sakınca görmüyorlardı.

Binadan çıkarken ya da girerken kapıyı açıp öncelik verdiğim ama ne bir tebessüm, ne de bir teşekkür alamadığım hırbolar da buradaydı!

Güvenlik görevlisi olarak çalışanlarla ilişkilerim, karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesi içindeydi.

Onlarla fırsat buldukça konuşur ve gönüllerini alırdım.

Kendilerine karşı oldukça kaba davranan site sakinleri ve çocuklardan yakınırlardı.

Sitenin içinde herhangi bir yere ya da eşyaya zarar veren çocukları uyardıklarında,'' sana ne, onun parasını da senin paranı da benim babam veriyor'' karşılığını almalarının onları çok üzdüğünü öğrenmiştim.

Bunu duyduktan sonra da burada hala oturmanın gereksizliğini farketmiştim.

6 sene oturmuşuz. Ya da doğru bir deyişle, katlanmışız!

Oturduğumuz, yaşadığımız yerlerin, büyük bir hızla yozlaştığını farketmek ne kadar acı!

Eğitimli olmak, çok fazla para kazanmak, güzelliklere değil çirkinliklere yaklaştırıyor artık insanlarımızı!

Şimdi Nilüferköy'deyim.

Burası gerçekten hala köy!

Sabah; köpeklerin, horozların, tavukların, ördeklerin sesleriyle uyanıyorsunuz.

Yolda karşılaştığınız köy sakinleriyle selamlaşıyorsunuz.

Bu güzelliklerin bozulmaması adına büyük çaba gösteren, her konuda en büyük yardımcımız, köyün yerlisi muhtarımız var.

Daha ne olsun!