Hayat pahalıymış, enflasyon yüzde yüz altmış mış, kadınlar eski eşleri tarafından göz göre göre öldürülüyormuş, hoca kılıklı adamlar çocuklara tecavüz ediyormuş, ülkenin varlıkları haraç mezat satılıyormuş, yerli yabancı mafya iç içe geçmiş, iş bitiriyormuş kimin umurunda?

Varsa yoksa gündem saptırmak ve bu boş gündemlerle, yönetenlerin başarısızlıklarını örtbas etmek. Şimdi de,  Türk Sineması'nda yeni bir devir başlatmış olan,  Yılmaz Güney'in maçoluğunu gündeme getirerek hedef saptırıyoruz. Sinema ile ilgili biri olarak, ben onu iyi bir yönetmen, iyi bir senarist, iyi bir oyuncu olarak biliyorum. Hatta filmlerini,  Türkiye'de yasakken, Londra'da " Yilmaz Güney Filmleri Haftası" kapsamında, izleyip hayranı olmuştum.

Şimdi, katilmiş, maçoymus, kadın dövermiş. Aslında entelektüel de değilmiş, lümpenmiş gibi yorumlarla, Yılmaz Güney'i yeniden yargılıyoruz.

Oyuncu, Zeynep Abdullah  "sinemamızın en iyi kadın döven erkeği ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan" diyor,

Fatih Altaylı, "Benim için Yılmaz Güney, kadın döven, entelektüel yönü zayıf, maço bir adamdır. Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir” hükmünü verdiği yirmi üç yıl önceki yazısını hatırlatarak tartışmaya odun atıyor.

Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da fırsatı kaçırmayıp; "Görünen o ki solcumsuların Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar diğer tanrı ve tanrımsıların başına" dedi.

Evet dikbaşlıydı, kavgacıydı, sert adamdı,  sıradan bir insan değildi, sanatçıydı. Sahiciydi, romantikti, sevince tam severdi. Sevdiği kadın yani yıllarca aynı yastığa baş koyduğu karısı, Fatoş Güney'e sormak lazımdı, bu maço adamı. 

Fatoş Güney'in 01. Nisan 2015 yılında, onun doğum gününde, Cumhuriyet'te yayınlanan yazısı, farkında olmadan bugün aleyhinde konuşanlara cevap niteliğinde. Yılmaz Güney'e olan hayranlığını aşkını ve sanatçı kişiliğini anlattığı yazının bir bölümü aynen şöyle. 

 ………

'İyi ki doğdun Yılmaz'

Sana hep şöyle seslenmişim: Sevgili, sevgilim, anam, babam, kardeşim, arkadaşım ve herşeyim kocam.

Oğluma anlattığım gibi seni yeni kuşaklara da anlatmak istiyorum. Seni, o kimsenin bilmediği “yufka yürekli çocuğun hikâyesini” anlatmak istiyorum. Ömrüm yetecek mi bilmiyorum. Sinema, TV ortamları korkunç, filmlerin doğru dürüst gösterilmiyor. Seninle ilgili bir sürü proje hasıraltı oldu, elendi gitti. Kimse taşın altına elini koymuyor.

20 sene boyunca maddi manevi sırtımda tek başıma taşıdıktan sonra vakfı da olanaksızlıklar yüzünden kapattım. Sinemanın 100. yılında birçok ödülle anıldın. Birçoğunu almak yine bana düştü. Yokluğunda ödüllerin tesellim oldu. Ödül alırken, “Yaşasın sinema, yaşasın Yılmaz Güney” dedim. Evet, sinema durdukça sen de yaşayacaksın.

“Umut” filmin ise en iyi filmlerden. “Umut bana düğün armağanıdır” ama aslında “Umut” ezilen tüm Türkiye halklarına, Türkiye ve dünya sinemasına bir armağandır. Eğer bir mucize olsaydı ve sen uyansaydın sevgili ülkende pek de fazla bir şey değişmediğini görürdün. Senin uğruna yüz yıl ceza aldığın fikirlerin, 50 yıl önceki söylediklerin, yazdıkların henüz yeni yeni Türkiye gündemini oluşturuyor. Hemen her filminde sergilediğin kadın üzerindeki şiddet ve baskı, çocuk tacizleri, hapishanelerin içyüzü hep aynı. Yine senin filmin olan “Düşman”daki gibi sokak köpekleri zehirlettiriliyor. Canın, doğanın, çevrenin hali tarumar. İnsan hakları ihlalleri, hukuk ihlalleri, basın üzerindeki baskılar ve daha neler neler velhasıl hep aynı.

……….

27 yıl önce Cannes Film Festivali Ödülleri dağıtıldığının ertesi günü, bir bomba düştü tüm dünya sinemasının ortasına.

Bir alev topu gibi giderek büyüdü, büyüdü, acı çığlık değişik ülkelerdeki insanları tam da yüreğinden sarstı, kavradı.

Kürt halkının yaktığı ağıtları ulaştırdı onlara. Tüm dünya ülkelerinden insanlar uzun süre etkisinde kaldı bu alev topunun.

Bir daha da öyle bir etki asla yaratılamadı, yaratılamaz.

Sen, bir savaşçıydın. Kameran ve kaleminin gücü hiçbir başka bombada, silahta yoktu.

Dünyada Türk sineması deyince, sen gelirsin akla, “Umut” gelir, “Sürü” gelir, “Duvar” gelir.

Böyle bir deha yaşamı için çok az değil mi 47 yaş.

Kahpe ölüm, tıpkı kahpe insanlar gibi vurdu seni arkandan.

“Ölmemesi gereken adamdı” dedi tüm dünya medyası.

“Son Robin Hood’du” dediler.

“Son Mohikan”dın belki de. İnanır mısın, kocam olduğun için söylemiyorum, bu kadar dünyayı dolaştım, insanlarla tanıştım “senin gibisini tanımadım”. Kocam olmasaydın da seni seven, sana hayran, sana âşık olurdum.

Yaşasın şebboylar, nergizler, papatyalar.

Yaşasın özgürlükler.

Yaşasın sinema."

FATOŞ GÜNEY

………..

İşlediği suçun cezasını hapiste yatarak, kendi kendini yiyip kanser olarak ödemiş bir insanın, ardından konuşmak nasıl bir tatmindir? Üstelik daha büyük suçları işleyip cezasını ödemeden, aramızda dolaşan bir sürü "insan kılıklı insanımsıyı"  konuşmak gerekirken.